Medeniyetler Çatışması

Huntington'ın medeniyetler haritası ve yalnız ülke Türkiye

Medeniyetler Çatışması, Samuel Huntington tarafından işlenen, Soğuk Savaş sonrasına tekabül eden 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını ve 21. yüzyılda da bu trendin devam edeceğini ifade eden bir tezdir.

Eski Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimmy Carter’ın başkanlık döneminde ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Güvenlik Planlaması Koordinatörü olarak görev alan ve geçtiğimiz yüzyılın büyük siyaset bilimcilerinden biri olarak kabul edilen Samuel Philips Huntington’ın 1993’te küresel ekonomi, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi dergisi Foreign Affairs’de yayınlanan “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı makalesinin ardından kaleme aldığı “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adlı eseri, Francis Fukuyama başta olmak üzere birçok siyaset bilimci tarafından otorite kabul edilmektedir.

Huntington, eserinin ilk bölümünde Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni çağı tanımlamak için Michael Dibdin’in Dead Lagoon romanından “Gerçek düşmanlar olmadan gerçek dostlar da olmaz” sözünü alıntı yapar. Huntington, ayrıca kitabı beş bölüme ayırır. İlk kısımda küresel siyasetin ilk kez çok kutuplu ve çok medeniyetli olduğunu öne sürer. Modernleşmeyi Batılılaşmadan ayrı bir kavram olarak ele alır. İkinci bölümde medeniyetler arasındaki güç dengesinin değiştiğinden bahseder. Batı’nın nüfuz bakımından gerilemekte olduğunu, Asya’nın ekonomik, askeri ve siyasi gücünü artırdığını savunur. Aynı zamanda İslam medeniyetinin istikrarsızlığa yol açan bir nüfus patlaması yaşadığını söyler. Üçüncü bölümde ise kültürel yakınlığa sahip olan toplumların bir arada hareket edip medeniyete dayalı bir dünya düzeni oluşturduğuna atıfta bulunur. Ayrıca ülkelerin, ait oldukları medeniyetin başını çeken veya çekirdeği olan ülkelerin etrafında gruplaştığını öne sürer. Belki de en önemli kısım sayılabilecek dördüncü kısımda ise Batı’nın evrenselcilik iddialarının İslam ve Çin medeniyetleri başta olmak üzere diğer medeniyetlerle anlaşmazlığa düşürdüğünü söyler. “Fay hattı savaşları” olarak nitelendirdiği ve çoğunluğu yerel düzeyde cereyan eden Müslüman-gayrimüslim savaşlarının gerginliğin büyümesi tehdidine ve dolayısıyla çekirdek devletlerin savaşları durdurma çabalarına yol açtığını söyler. Beşinci ve son kısımda ise Batı’nın ayakta kalmasını Amerikalıların Batılı kimliğini kabul etmesine ve Batılıların da kendi medeniyetlerinin evrensel değil kendilerine özgü olduğunu kabul etmesine, ayrıca onu yenilemek ve Batılı olmayan toplumlardan gelen meydan okumalara karşı korumak için birlik olmasına bağlar.

Huntington, çok kutuplu-medeniyetli bir dünya sistemini açıklarken ABD’nin başı çektiği zengin ve demokratik gruba karşın SSCB’nin başı çektiği ve öteki tarafa göre daha yoksul grubu açıklama gereksinimi duyar. Bunların dışında kalan yoksul, siyasi istikrardan mahrum, yeni bağımsız olmuş, herhangi bir bloka dahil olmadığını iddia eden Üçüncü Dünya ülkelerinin SSCB ve ABD arasında vuku bulan çatışmalardan etkilendiğini de üstüne ekler. Ulus devletlerin dünya meselelerinde halen birincil aktörler olduğunu söyleyen Huntington; yerel siyasetin artık etnisiteye, küresel siyasetin ise medeniyetlere dayalı olduğunu savunur.

1990 ve sonrası dünyasını “medeniyetler dünyası” olarak tanımlar. Nitekim Soğuk Savaş sonrası dünyada kültürün hem bölücü hem de birleştirici bir etken olduğunu söyler. İdeolojik olarak ayrılsalar bile kültürel anlamda birleşen toplumlara Almanları ve Çinlileri örnek verir. Kültürel yakınlık taşıyan ülkelerin ekonomi ve siyaset alanında iş birliği yaptığını savunan Huntington, Avrupa Birliği gibi ortak bir kültürü paylaşan devletlere dayalı uluslararası örgütlerin çok daha başarılı olduğunu savunur. Batı’ya yönelik eleştiri de yapan Huntington, Batı’nın şu an en güçlü medeniyet olduğunu ve yıllar boyunca da öyle olmaya devam edeceğini ekler. Lâkin diğer medeniyetlere kıyasla gücünün gerilediğini söyler. Bunun yanı sıra Soğuk Savaş sonrası dünya siyasetinin merkez ekseninin Batı ve Batılı olmayan diğer medeniyetler ve kültürler olduğunu öne sürer.

Soğuk Savaş sonrası kültürel etkenlerle şekillenen ve farklı medeniyetlerden devletler ve gruplar arası etkileşimleri içeren dünya siyasetinin hayli sadeleştiğini söyleyen Huntington, Dünya görüşleri ve nedensellik teorilerinin, uluslararası siyaset açısından olmazsa olmaz kılavuzlardan olduğuna da değinir. Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı yapıtıyla ünlenen Amerikalı tarihçi Thomas Kuhn’ın “Bir teori, paradigma olarak kabul edilmek için rakiplerinden daha iyi görünmelidir, ama karşısına konulan tüm olguları açıklaması gerekmez ki bunu da hiçbir zaman yapmaz.” sözü bu bağlamda önemlidir.

Huntington, sadeleştirilmiş paradigmalar veya haritaların insan düşünüşü ve eylemi için olmazsa olmaz etkenler olduğunu söyleyip açık veya üstü kapalı modellere gereksinim duymamızın nedenini şu beş etkene bağlar:

1. Gerçekliği düzene sokup genelleme yapmak.

2. Olgular arasındaki nedensel ilişkileri anlamak.

3. Gelecek gelişmeleri tahmin etmek ve eğer şanslı isek öngörmek.

4. Önemli olanı olmayandan ayırmak.

5. Hedeflerimize ulaşmak için hangi yolu takip edeceğimizi öngörmek.

Soğuk Savaş sonrası dünyayı gösteren bir haritanın çoğunlukla uluslararası ilişkilere yönelik “gerçekçi” bir teori adı verilen teoriden türediğini söyleyen Huntington, bu teoriye göre devletlerin dünya meselelerinde tek önemli aktör olduğunu savunur. Devletlerarası ilişkilerin anarşik olduğunu ve dolayısıyla varlıklarını ve güvenliklerini garantilemek için devletlerin kaçınılmaz bir şekilde güçlerini en üst seviyeye getirmeye çalıştıklarına değinir. “Eğer bir devlet başka bir devletin güçlendiğini ve buna bağlı olarak potansiyel bir tehdit haline geldiğini görürse, gücünü artırarak ve/veya diğer devletlerle müttefik olarak kendi güvenliğini sağlamaya çalışır.” görüşünü de destekler. Zaman zaman başka çalışma ve makalelere de atıfta bulunan Huntington; mülteciler, kitle imha silahları, terörizm, katliamlar ve etnik temizliklere dair etkili çalışmalara Zbigniew Brzezinski’nin Kontrolden Çıkmış Dünya’sını örnek verir. Ulus devletlerin giderek artan iç anlaşmazlıklarla parçalara ayrılması veya bölünmesinin uluslararası ilişkilerin temel taşı olamayacağını söyleyen Huntington, dünyanın ya tek, ya iki ya da 184 devletten (günümüzde bu sayı 200’ün üzerindedir) veya neredeyse sonsuz sayıdaki kabile, etnik grup ve milletten oluştuğunu savunur. Dünyanın tek bir Batı ile çok sayıda Batılı olmayan devlet arasında bölündüğüne de vurgu yapar.

İnsanlık tarihinin medeniyetler tarihi olduğunu savunur. İnsanlığın gelişiminin başka açıdan düşünmenin olanaksız olduğunu da ekler. Bir medeniyetin, Almanya dışında kültürel bir oluşum olduğunu da vurgulayan Huntington, on dokuzuncu yüzyıl Alman düşünürlerinin mekanik, teknolojik ve maddi etkenleri içeren medeniyet ile değerleri, idealleri ve kültürü birbirinden keskin bir şekilde ayrıldığına değinir. Medeniyetin de kültürün de genel anlamda bir topluluğun yaşam tarzına karşılık geldiğini ve bir medeniyetin, daha geniş anlamda bir kültür olduğunu söyler. Bir medeniyetin en geniş çaplı kültürel oluşum olduğunu, Güney İtalya’daki bir köyün kültürü ile Kuzey İtalya’daki bir köyün kültürünün farklı olduğunu lâkin her ikisini de Alman kültüründen ayıran en önemli ortak özelliğin ikisinin de İtalyan kültürünün bir parçası olması şeklinde savunur. Medeniyetlerin keskin sınırlarının, belirgin başlangıçlarının veya sonlarının olmadığını da üstüne ekler.

Medeniyetlerin aslında gelmiş geçmiş en uzun hikâye olduğunu Bozeman’ın “İmparatorluklar yükselir ve yıkılır, hükûmetler gelir ve gider, medeniyetler ise kalır ve siyasal, toplumsal, ekonomik, ideolojik çalkantılardan sağ çıkar” sözüyle pekiştirir. Modern dünyada, çoğu medeniyetin iki veya daha fazla devlet barındırdığını söyler. Ardından kitabın temelini oluşturan medeniyetlere gelir: Sinik (Çin), Japon, İslam, Ortodoks, Batı, Latin Amerika ve Afrika. Günümüz ortaöğretim coğrafya kitaplarında, Huntington’ın nitelendirdiği bu 7 medeniyet yer almaktadır. “Batı” teriminin artık evrensel olarak eskiden beri Batı Hristiyanlığı olarak adlandırılan şey için kullanıldığını söyleyen Huntington, Batı’nın belirli bir halkın, dinin veya coğrafi bölgenin adıyla değil, aksine pusuladaki bir yön olarak tanımlanan tek medeniyet olduğunu da üstüne ekler. Coğrafi bölgeleri tanımlamada “Doğu” ve “Batı” terimlerinin kullanımının kafa karıştırıcı ve etnosentrik olduğu şeklinde dipnot düşen Huntington, “Kuzey” ve “Güney” yönlerinin evrensel olarak böyle olmadığına da değinir.

Afrika medeniyetini açıklarken tarihsel olarak, Etiyopya’nın kendi medeniyetini oluşturduğunu söyler. Diğer yerlere Avrupa’nın emperyalizm götürdüğünü de ekler. Güney Afrika’da Alman, Fransız ve İngiliz yerleşimcilerin çok parçalı bir Avrupa kültürü yarattığını daha iyi anlamak için Louis Hartz’ın okunması gerektiğini vurgular.

Medeniyetler arası ilişkilere vurgu yaparken “Eksen Çağı” medeniyetlerinin öncellerinden farklı olarak ayrı bir entelektüel sınıf ürettiğini söylerken buna “Yahudi peygamberler ve rahipler, Yunan feylesoflar ve sofistler, Çinli edipler, Hindu brahmanlar, Budist keşişler ve İslami ulema” örneklerini verir. Avrupa Hristiyanlığının ayrı bir medeniyet olarak sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda ortaya çıkmaya başladığını söyleyen Huntington, Avrupa’nın tam bir medeniyet haline gelme düzeyi bakımından birkaç yüzyıl boyunca diğer pek çok medeniyetin gerisinde kaldığına değinir. Sung ve Ming hanedanları başta olmak üzere birden fazla hanedanın altındaki Çin’in, 8-12. yüzyıllar arasında İslam dünyasının ve sekizinci yüzyıla dek Bizans’ın zenginlik, askerî güç, sanatsal, edebi ve bilimsel bakımdan Avrupa’yı çok geride bıraktığına da vurgu yapar. Ayrıca Batı emperyalizminin Türkiye hariç tüm Orta Doğu ülkelerini de tarihte doğrudan veya dolaylı olarak denetimi altına aldığını söyleyen Huntington, Rus, Japon ve Etiyopya medeniyetlerine de değinir. Çünkü bu medeniyetlerin, hayli merkezileşmiş bir imparatorlukla yönetildiğini ve Batı’nın saldırılarına bağımsızlıkları için direndiğini söyler. Marksizm’in, Avrupa medeniyetinin bir ürünü olduğunu lâkin Avrupa’da kök salamamasından ötürü modernleşmeci ve devrimci elitlerin Marksizm’i Batılı olmayan toplumlara ihraç ettiğini vurgular. Çok medeniyetli bir sisteme değinirken ise Batı’nın genişlemesinin durduğunu ve Batı’ya karşı başkaldırının başladığını söyler. Evrensel devletlerin eski medeniyetlerde imparatorluklar olduğunu söyleyen Huntington, artık evrensel devletlerin imparatorluklar değil daha çok federasyonlar, konfederasyonlar ve uluslararası rejimler ile örgütler birleşimi olduğuna da değinir. Yirminci yüzyılın liberalizm, Marksizm, komünizm gibi büyük ideolojilerinin en büyük ortak noktasının hepsinin de Batı medeniyetinin birer ürünü olduğuna da değinir.

“Her medeniyet kendini dünyanın merkezi olarak görür ve tarihini, insanlık tarihinin asıl dramasıymış gibi yazar” sözünü söyleyen Huntington, “Evrensel Medeniyet: Anlamları” Dünyanın sadece yüzde 7,6’sının İngilizce konuştuğu 1992’de İngilizcenin dünyanın dili (evrensel dil) olamayacağını söyleyen Huntington, ayrıca herhangi bir kültür ve medeniyetin merkezî unsurlarının dil veya din olabileceğini öne sürer. Ardından uzak gelecekte bir noktada Çin’in dünyanın egemen medeniyeti olarak Batı’yı geride bırakması halinde Mandarin’in lingua franca konumuna geçip İngilizceyi evrensel dil olma konumundan alıkoyacağını da ekler. Batı’nın evrensel gördüğü her şeyi, Batılı olmayanların Batılı olarak gördüğünü ve “emperyalizm” olarak algıladığını vurgular.ından Batı medeniyetinin özünün İngiltere kralı Yurtsuz John’un imzaladığı ve kralın yetkilerinin kısıtlandığı Magna Carta olduğunu söyler.

Modernleşmenin yalnızca ilkel toplumdan medeni topluma geçişle, yani Fırat ve Dicle, Nil ile İndüs vadilerinde MÖ 1500 dolaylarından itibaren tekil anlamda medeniyetin ortaya çıkışıyla kıyaslanabilecek bir süreç olduğuna vurgu yapan Huntington, ilerleyen sayfalarda bireycilik konusunda başı çeken yirmi ülkenin, Portekiz hariç tüm Avrupa’yı ve İsrail’i içerdiğine de vurgu yapar. Reformculuk ve reddetmecilik başlıklarına Türkiye’den deörnekler veren Huntington, modernleşmenin, Batılılaşma anlamına gelmek zorunda olmadığını ifade eder.

Batı’nın diğer tüm medeniyetler ve bölgeler üzerinde azımsanamayacak tek medeniyet olduğunu ifade eden Huntington, Batı’nın diğer tüm medeniyetleri siyaset, ekonomi, güvenlik yönünden etkilediğini de ekler. Batılı ülkelerin; uluslararası bankacılık sistemini elinde tuttuğunu, tüm para dolaşımını kontrol ettiğini, dünyanın önde gelen müşterisi konumunda olduğunu, hazır malların çoğunun tedarikini sağladığını, uluslararası para piyasasına hakim olduğunu, birçok toplumda kanaat önderliği üstlendiğini, muazzam bir askerî güce sahip olduğunu, deniz yollarını kontrol ettiğini, teknik araştırmalar ve ilerlemelerde başı çektiğini, eğitim ve uzay endüstrisinde önde olduğunu, iletişime hakim olduğunu ve ileri düzey silah endüstrisine sahip olduğunu ekler.

Güçte meydana gelen en önemli artışların Asya medeniyetlerinde gerçekleştiğini ve böyle olmaya da devam edeceği tespitini yapan Huntington, Batı’nın gerileyişinin üç önemli özelliğe sahip olduğunu söyler. Bunların ilki Batı’nın ilerleyişinin 400 yıl aldığını, gerileyişinin de uzun süreceğidir. İkincisi, gerileyişinin düz bir çizgi şeklinde olmayacağıdır. Üçüncüsü ise, bir kişi veya grubun bir başka kişi veya grubun davranışını değiştirme yeteneğidir. Batı’nın iktidar kaynaklarının tümünde değilse de büyük bölümündeki payınım yirminci yüzyılın başlarında zirveye ulaştığı ve ardından diğer medeniyetlere kıyasla gerilemeye başladığını da üstüne ekler.

İlerleyen sayfalarda “Yerlileşme: Batılı Olmayan Kültürlerin Dirilişi” alt başlığı altında dünyadaki kültürlerin dağılımının gücün dağılımını yansıttığı çıkarımında bulunur. Tarih boyunca bir medeniyetin gücünün artmasının çoğunlukla o medeniyetin kültürünün yeşermesiyle eşzamanlı olarak gerçekleştiğini vurgular. Evrensel bir medeniyetin evrensel bir güç gerektirdiğine inanan Huntington, ideolojiyi etkili kılan asıl unsurların somut başarı ve nüfuz olduğunu söyler. Demokratikleşmenin Batılılaşma ile çatıştığını ve demokrasinin doğal olarak bir kozmopolitleştirme değil, sınırları belirleme süreci olduğunu ifade eder. Ayrıca Batılı olmayan toplumlardaki siyasetçilerin seçim kazanmasının onları, halk arasında en çok rağbet görecek söylemlere (etnik, milliyetçi ve dinî) yönelmeye ittiğini söyler. İlerleyen sayfalarda küresel bir olgunun küresel bir açıklama gerektirdiğine vurgu yapan Huntington, insanların yalnızca mantık ile yaşayamayacaklarını da değinir. Evrensel emelleri ne olursa olsun dinlerin, inançlılar ve inançsızlar arasında temel bir ayrım yaptığını ve kendilerinden olanı üstün, diğerlerini aşağı sayarak insanlara bir kimlik verdiğini de Fernand Braudel’den alıntı yaparak yazar.

İdeolojinin yerinin dinin, laik milliyetçiliğin yerini ise dinî milliyetçiliğin aldığını eserine ekleyen Huntington ayrıca, modern bir devletin kalkınmasının önünde dinin bir engel olmayacağına da vurgu yapar.

Asya’ya da geniş yer veren Huntington, “Asya’nın Dört Kaplanı” diye nitelendirdiği Hong Kong, Tayvan, Güney Kore ve Singapur’u başarılı bir şekilde modernleşmiş ve ekonomik olarak gelişmiş Batılı olmayan ülkeler olarak nitelendirir. “İslam’ın Yeniden Dirilişi” alt başlığı altında Tunus ve Türkiye gibi laik ülkelerin kendi potansiyel gücünün farkında vararak pek çok yönetici ve hükûmetin İslami meselelere giderek artan bir hassasiyet gösterdiğini de ekler. İslamcı liberalizmin kök salmada başarısız olduğunu söyleyen Huntington, 90’larda Özal Suharto ve Kerimov gibi siyasetçilerin İslam’a bağlılıklarının altını çizmek için çeşitli önemli işlere imza attıklarını da ekler. Aynı zamanda küresel çaptaki dinî canlanmanın diğer yansımaları gibi “İslami Diriliş” adını verdiği yeniliğin, modernleşmenin hem bir ürünü hem de onunla başa çıkma çabası olduğunu birçok kez vurgular.

Avrupalı güçlerin Türkiye ve Bosna’yı AB’ye almak istememesinin nedenini bu ülkelerin Müslüman olmasına bağlayan Huntington, Balkanlar’da iş birliklerinin yeniden yapıldığına da değinir. Siyasi ve ekonomik iş birliklerinin her zaman kültür ve medeniyet iş birlikleriyle örtüşemeyeceğini savunan Huntington, güç dengesi hesaplarının bazen medeniyetler arasında ittifaklara yol açtığını da ekler. Buna örnek olarak I. Francis’in Habsburg Hanedanı’na karşı Osmanlı Devleti’yle birleşmesini verir. (bkz. Kanuni Sultan Süleyman dönemi Osmanlı- Fransa ilişkileri)

Bölgelerin siyasal veya kültürel değil, coğrafi oluşumlar olduğunu söyleyen Huntington, bölgelerin medeniyetler arası veya medeniyet içi çatışmalarla parçalanmış olabileceğini de vurgular. İlerleyen sayfalarda ise ülkeler arasındaki ekonomik iş birliğinin dört seviyesinin olduğunu söyler:

1. Serbest ticaret bölgesi,

2. Gümrük birliği,

3. Ortak Pazar,

4. Ekonomi birliği.

Tarihsel olarak Batı’nın genellikle birkaç çekirdek devlete sahip olduğunu ve şu an iki çekirdeğinin olduğu görüşüne açıklık getirir. Bunlar ABD ve Avrupa merkezli Franko-Alman çekirdek devletleri ile bunların arasında kalmış ek bir güç olarak Britanya’dır. İslam, Latin Amerika ve Afrika’nın çekirdek devletlere sahip olmadığını söyleyen Huntington, bunun nedeninin geçmiş yüzyıllarda Avrupalı emperyalist devletlerin faaliyetleri olduğunu söyler. “Yalnız ülke” kavramını açıklarken en önemli yalnız ülkenin Japonya olduğunu ekler. Ardından neredeyse bütün ülkelerin iki veya daha fazla etnik, ırksal ve dinsel grup barındırmasının heterojenlik doğurduğuna da değinir. “Eğer kültür ve coğrafya örtüşmezse, soykırım veya zorunlu göç yoluyla örtüşmeleri sağlanabilir.” sözünü de ardına ekler.

Fay hattı savaşlarını açıklarken medeniyete dayalı fay hattı savaşlarının böldüğü ülkeleri şöyle sıralar: Hindistan, Sri Lanka, Malezya, Singapur, Çin, Filipinler ve Endonezya. Bunların neredeyse tamamının dinsel nedenlerle savaştığını vurgulayan Huntington, Ukrayna’nın Ukraynaca konuşan milliyetçi Uniat Batı ve Rusça konuşan Ortodoks Doğu olarak bölündüğünü de üstüne ekler. Ukrayna’dan sonra Rusya’ya da değinip geniş yer veren Huntington, “Medeniyet Değiştirme Çabalarının Başarısızlığı” alt başlığının altına “Eğer Rusya Batılı hale gelseydi, Ortodoks medeniyeti varlığını sürdüremezdi. SSCB’nin çöküşü, Ruslar için en önemli sorun olan Rusya ile Batı meselesini yeniden alevlendirdi.” yorumunu yapar. Rus tarihinden çıkarılacak asıl dersin gücün merkezileştirilmesinin toplumsal ve ekonomik reform için bir önkoşul olduğunu öne süren Huntington, en az 1980’lere dek Rusya’yı demokratikleştirmeye çalışanların çoğunlukla Batılılaştırmaya çalışanlar olduğunu lâkin Batılılaştırmaya çalışanların demokratikleştirmeye çalışanlar olmadığını söyler.

Ardından Türkiye’ye değinen Huntington, kitabın yayınlandığı yıllarda cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Turgut Özal’ın “Türklerin AB’ye kabul edilmemesinin asıl nedeni, bizim Müslüman, onların Hristiyan olmasıdır. Diğer tüm nedenlerin hepsi uydurmadır.” sözünü de ekler. Türkiye’nin ekonomik ve siyasi bağlantılarını genişletmek adına attığı en akıllıca adımın Orta Asya ile Azerbaycan petrolünün Türkiye üzerinden Akdeniz’e taşınacak bir boru hattının inşası için ilgili hükûmetler ve petrol şirketleriyle anlaşma sağlamak olduğunu alıntı yaparak aktarır.

Kabul edilmiş bir çekirdek devletten yoksun olan İslam medeniyetinin, kendi ortak bilincini kuvvetlendirse de şimdiye dek yalnızca iptidai bir ortak siyasi yapı geliştirebilmiş olduğunu söyler. Ayrıca ülkelerin benzer bir kültüre sahip ülkenin ardına takılma ve ortak bir kültürü paylaşmadıkları ülkelere karşı da denge kurma eğiliminde olduğunu açıklayan Huntington, ABD dahil hiçbir ülkenin küresel anlamda kayda değer bir güvenlik çıkarının olmadığını söyler. BM’nin bölgesel güce bir alternatif olmadığını ve bölgesel gücün ancak çekirdek devletler tarafından aynı medeniyet içindeki mensup devletlerle ilişkili olarak uygulandığında sorumlu ve meşru hale geldiğini savunur. İlerleyen sayfalarda çok önemli sayılabilecek şu sözü ekler: Avrupa, Batı Hristiyanlığının bittiği ve İslam ile Ortodoksluğun başladığı yerde biter. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle NATO’nun asli bir amaç edindiğini yazar. Bunun da Rusya’nın siyasi ve askerî kontrolünün Orta Avrupa’da yeniden dayatılmasının önlenerek varlığının sürdürülmesi olduğunu ifade eder. Batı’nın güvenlik örgütü olarak tanımladığı NATO’nun, ittifaka katılmak isteyen ve askerî yeterlilik, siyasal demokrasi ve ordunun sivillerce denetlenmesi gerekliliklerini taşıyan Batılı ülkelerin üyeliğine açık olduğunu da ekler. Bilhassa eski Sovyet cumhuriyetlerinden yalnızca Baltık ülkelerinin tarih, kültür ve din bakımından Batılı olduğunu ve bunların kaderinin de her zaman Batı tarafından önemsendiğine de değinir.

İslam medeniyetine değinirken bu medeniyeti, “bağlılığın olmadığı bilinç” şeklinde tanımlayan Huntington, Araplar ve genel olarak Müslümanlar arasındaki siyasal bağlılığın yapısının modern Batı’daki yapının tam tersi olduğunu savunur. Ayrıca Orta Asya’da tarihsel olarak ulusal bir kimliğin hiçbir zaman var olmadığını da üstüne ekler. Hristiyan, Ortodoks, Budist ve Hindu devletlerin dine dayalı devletlerarası bir örgütlerinin olmadığını hatırlatan Huntington diğer sayfalarda tekrar İslam medeniyetine dönerek Osmanlı İmparatorluğu’nun sona ermesiyle İslam’ın bir çekirdek devletten yoksun kaldığını söyler. İslami bir çekirdek devletin; ekonomik kaynaklara, askerî güce, örgütsel yeterliliğe sahip olması gerektiğine defalarca vurgu yapan Huntington, aynı zamanda İslami bir çekirdek devletin dinsel anlamda liderlik etmek için İslam kimliğine bağlılık göstermesi gerektiğini de ifade eder. Sonraki sayfada ise Türkiye’nin; İslam’ın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzeyde bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal bağlılığa, askerî geleneğe ve kapasiteye sahip olduğu görüşünü savunur.

Batı evrenselciliğine de geniş yer veren Huntington, mikro düzeyde en şiddetli fay hattı savaşlarının İslam ile Ortodoks, Hindu, Afrikalı ve Batılı Hristiyanlar arasında yaşandığına değinir. Geleceğin keskin ve tehlikeli çatışmalarının ise -muhtemelen- Batı’nın kibri, İslam medeniyetindeki hoşgörüsüzlük ve Çin’in yükselişi yüzünden yaşanacağını söyler. Batı için evrensel olan her şeyin dünyanın geri kalanı için emperyalizm olduğunu söyleyen Huntington, İslam ve Çin medeniyetlerinin Batı’dan çok farklı olarak kendilerine göre Batı’dan son derece üstün, muazzam kültürel geleneklere sahip olduğu kanaatine varır.

Demokrasi konusundaki çatışmalara da geniş yer veren Huntington, “Göç” alt başlığının altına, demografinin kader olması halinde nüfus hareketlerinin tarihin itici gücü olacağını yazar. Ardından insanların başka ülkelere gitmesinin Batı’nın 16-20. yüzyıllar arasındaki yükselişinin en önemli boyutu olduğunu açıklar. Myron Weiner’ın, “Eğer göç meselesinde tek bir kural varsa o da bir göç dalgasının başladıktan sonra kendi kendine hız kazandığıdır.” sözünü alıntı yapar.

Çekirdek devlet ve fay hattı çatışmalarını açıklayan Huntington, medeniyetlerin insanların nihai kabileleri olduğunu ve medeniyetler çatışmasının da küresel ölçekli kabile çatışması olduğunu savunur. İlerleyen sayfalarda ise İslam’ın dinamizminin nispeten daha küçük çapta fay hattı savaşlarının kaynağı olduğunu fakat Çin’in yükselişinin büyük bir medeniyetler arası çekirdek devletler savaşına dönüşeceğini söyler. İslam medeniyetinin etkisini açıklarken şu ifadeleri kullanır: İslam, Batı’nın varlığını tehlikeye atan tek medeniyettir ki bunu en az iki kez yapmıştır. 1990’ların ortalarında Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında çıkan 28 fay hattı anlaşmazlığının on dokuzunun Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında gerçekleştiğini söyleyen Huntington; 11’inin Ortodoks Hristiyanlarla, 7’sinin de Afrika ile Güneydoğu Asya’daki Batı Hristiyanlığına mensup olanlarla yaşandığını ekler. Ardından bu şiddetli anlaşmazlıklarının yalnızca birinin, yani Hırvatlarla Boşnaklar arasındaki çatışmanın doğrudan Batı ile İslam arasında yaşanan fay hattı savaşı olduğunu belirtir. (bkz. Boşnak-Hırvat Savaşı)

Asya, Çin, Amerika üçlüsünü anlatan Huntington; Asya’nın bir medeniyetler kazanı olduğunu ve Doğu Asya’da ekonomi alanında gelen değişimlerin, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki en önemli gelişme sayılabileceğini söyler. Aaron Friedberg’in ileri sürdüğü “Avrupa’nın geçmişi, Asya’nın geleceğidir” görüşüne atıfta bulunan Huntington; ekonomik dinamizm, toprak anlaşmazlıkları ve siyasal belirsizliklerin 1980’erde ve 1990’larda Doğu Asya’da orduya ayrılan bütçelerin ve ordu kapasitelerinin önemli ölçüde artırılmasına yol açtığını ifade eder. Japon ekonomisinin ayırt edici özelliğini, sanayileşmiş büyük ülkeler arasında Japon ekonominin benzersiz olmasına çünkü Japon toplumunun da benzersiz bir şekilde Batılı olmamasına bağlar. Ayrıca Japon ekonomisinin, Batı ekonomisinin sözde evrensel yasalarının dikte ettiği şekilde işlememesini ifade eder. Nanking Antlaşması’nı da açıklayan Huntington, Güney Çin Denizi gibi ender istisnaların dışında, Doğu Asya’daki Çin hegemonyasının doğrudan askerî güç kullanarak denetim altındaki toprakların genişletilmesini içermesinin pek olası olmadığını ifade eder. Ayrıca Çin’in yükselişinin 19. Yüzyılın ortalarında Wilhelm Almanya’sının Avrupa’daki egemen güç olarak yükselişiyle kıyaslar.

ABD’nin dış politikasına da değinen Huntington; ABD’nin, iki potansiyel tehdidi dengelemektense bir mevcut tehdide karşı doğrudan seferber olmak konusunda çok daha yetenekli olduğunu söyler. 1840-50’lerde Batılıların istilalarıyla başlayan çağın sona ermekte olduğunu ve Çin’in bölgenin hâkimi olarak eski konumuna yeniden yerleştiAfganistan ve Körfez Savaşları’nın bölgelerin yapısını kökten değiştirdiğini söyleyen Huntington, Batı’nın “Özgür Dünya” için zafer olarak gördüğü şeyin, Müslümanlar tarafından “İslam” için zafer olarak görüldüğünü ifade eder. Ayrıca SSCB’nin yenilgiye uğramasını üç etkene bağlar: Amerikan teknolojisi, Suudi parası, Müslümanların demografi ve azmi. Roy Licklider’ın bir sözüne atıf yapan Huntington şu ifadelere yer verir: Diğer taraftan bir kimlik iç savaşında taraflardan birinin kesin bir askerî galibiyet kazanması soykırım olasılığını artırır. Medeniyetlerin başlıca çatışmalarının dünya siyasetinin makro veya küresel seviyesinde Batı ve diğerleri arasında, mikro veya yerel seviyesinde ise İslam ile diğerleri arasında yaşandığını söyler.ğini söyler. Böylece Doğu’nun da -kendi ifadesiyle- hak ettiği yere geldiğini savunur. Aynı zamanda ABD’nin, Çin’in Asya’daki egemen güç olarak yükselişine meydan okumasının muhtemelen büyük bir savaş çıkaracağını söyler. Herhangi bir medeniyete mensup bir devletin diğer medeniyete mensup başka bir devletle ilişkilerine değinen Huntington, bir medeniyetteki tüm ülkelerin ikinci bir medeniyetteki tüm ülkelerle birebir aynı ilişkilere sahip olamayacağını açıklar.

Fay hattı savaşlarının İslam’la ilişkilerine geniş yer veren Huntington, seçim rekabetinin milliyetçi unsurları teşvik ettiğini ve dolayısıyla da fay hattı anlaşmazlıklarının fay hattı savaşlarına dönüşecek şekilde yoğunluk kazanmasına neden olduğunu savunur. Ayrıca İslam’ın başından beri bir kılıç dini olduğunu ve askerî erdemleri yücelttiğine dair bir argümanı olduğunu da ekler. İslam medeniyetinin içinde önemli bir güce sahip olan Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Türkiye ve -kısmen- Endonezya’nın Müslüman dünyasında nüfuz sahibi olabilmek için yarıştığını söyleyen Huntington, bu devletlerin hiçbirinin İslam’ın içindeki anlaşmazlıklara arabuluculuk edecek güçte ve konumda olmadığına değinir. “Kimlik: Medeniyet Bilincinin Yükselişi” alt başlığının altına, psikolojik açıdan tehdit olarak görülen “tanrısız” güçlere karşı mücadelede dinin, en çok güven veren ve en çok destekleyici meşru dayanak olduğunu yazar. Ardından şu tespitte bulunur: Kültürler arasındaki savaşlarda, kaybeden kültürdür. İlerleyen savaşlarda karmaşık fay hattı savaşlarının yapısına dair detaylı bilgiler ve örnekler veren Huntington, Yugoslav Savaşları’nın Ortodoks dünyasının neredeyse oy birliğiyle Sırbistan’a arka çıkmak için birleşmesini sağladığını yazar. (bkz. Yugoslav Savaşları)

Fay hattı savaşlarının bir süreliğine tamamen durabileceğine ancak nadiren kalıcı olarak son bulabileceğini söyleyen Huntington; fay hattı savaşlarının aralıklarla, fay hattı anlaşmazlıklarının ise her zaman süreceğine değinir. Uluslararası örgütlerin çoğunlukla başarısızlığa uğrayacağını çünkü taraflara önemli bedeller dayatma veya önemli yararlar sunma yeteneğinden yoksun olduklarını söyler. “Batı Yenileniyor Mu?” alt başlığının altında şu tespiti yapar. Tarihlerinin sona erdiğini varsayan toplumlar ne var ki genellikle tarihleri gerileme halinde olan toplumlardır. Ardından Batı’nın, medeniyet düzeyinde demokratik ve çoğulcu siyasete olan bağlılığını somutlaştıran karmaşık bir konfederasyonlar, federasyonlar, rejimler ve iş birliğine dayalı diğer türdeki kurumlar sistemi biçiminde evrensel bir imparatorluk muadili geliştirdiğini öne sürer. Medeniyetler tarihinden alınan en önemli dersin, pek çok şeyin olası olduğu ancak hiçbir şeyin kaçınılmaz olmadığını vurgular. İlerleyen sayfalarda ise çok medeniyetli bir ABD’nin, Amerika Birleşik Devletleri olmayacağı, aksine Birleşmiş Milletler olacağını söyler. ABD olmaksızın Batı’nın, Avrasya kara parçasının ucunda küçük ve önemsiz bir yarımada üzerinde dünya nüfusunun küçük ve gerileme halindeki bir parçası haline geleceğini açıklar.

Emperyalizmin, evrenselciliğin zorunlu bir mantıksal sonucu olduğunu söyleyen Huntington; Batı’nın, gelişim şekli bakımından değil, değerlerinin ve kurumlarının ayırt edici özelliğinden dolayı diğer medeniyetlerden ayrıldığını vurgular. Medeniyetler savaşı ve düzeni üzerinde özellikle duran Huntington, dünyanın majör medeniyetlerinin çekirdek devletlerinin dahil olduğu küresel bir savaşın hayli olasılık dışı olmakla birlikte mümkün olduğunu söyler. Ayrıca Çin’in Doğu ve Güneydoğu Asya’da egemen güç olarak yükselişinin, ABD’nin tarihsel olarak kavrandığı haliyle çıkarlarına ters düşeceğine vurgu yapar.

Medeniyetler savaşından büyük yarar sağlayanların, bu savaştan kaçınmış olan medeniyetler olduğunu söyler. Ardından çekirdek devletlerin diğer medeniyetlerin anlaşmazlıklarına müdahil olmaktan sakınmaları gerektiğine ilişkin ‘çekimserlik kuralı’nın, çok medeniyetli-kültürlü bir dünyada barışın ilk koşulu olduğuna atıf yapar. Kültürlerin göreli, ahlakın ise mutlak olduğunu söyleyen Huntington; insan toplumunun, “insani” olduğu için evrensel, bir “toplum” olduğu için de tikel olduğuna kanaat getirir. Medeniyetin ahlak, din, eğitim, sanat, felsefe, teknoloji, maddi zenginlik ve diğer olası şeylerin daha yüksek seviyelerinin karmaşık bir karışımına atıfta bulunduğunu söyleyen Huntington, bunların elbette ki birlikte çeşitlenmesi gerekmeyeceğini de vurgular. İlerleyen sayfalarda ise ortaya çıkmakta olan çağda, medeniyetlerin çatışmalarının dünya barışına yönelik en büyük tehlike olduğunu ve medeniyetler temelindeki uluslararası bir düzenin dünya savaşına karşı en emin güvence olacağını savunur.[1]

Medeniyetler

Ülkeler bazında kültürleri gösteren bir harita. Açık mavi ortodoks, lacivert batı, mor latin amerika, yeşil islam, kahverengi afrika, turuncu hint, sarı budist, kırmızı japon, bordo çin medeniyetinin yayılma alanını gösteriyor. Yalnız ülkeler ise değişik renklerde gösterilmişler.

Kaynakça

  1. ^ "Medeniyetler Çatışması - Samuel Philips Huntington". 2024. Erişim tarihi: 8 Mayıs 2024. Arşivlenmesi gereken bağlantıya sahip kaynak şablonu içeren maddeler (link)

Dış bağlantılar

  • Medeniyetler çatışmasının reddi (Qantara.de)
  • Samuel P. Huntington'un ardından (Qantara.de)
  • g
  • t
  • d
Çatışmalar
Sürekli Özgürlük
Operasyonu
  • Afganistan Savaşı (2001-2021)
  • Sürekli Özgürlük Operasyonu - Filipinler
  • Gürcistan Eğitim ve Ekipman Programı
  • Georgia Sustainment and Stability
  • Sürekli Özgürlük Operasyonu - Afrika Boynuzu
  • Sürekli Özgürlük Operasyonu - Trans Sahra
  • Pakistan'daki insansız hava aracı saldırıları
Diğer
Ayrıca bakınız
Otorite kontrolü Bunu Vikiveri'de düzenleyin
  • BNF: cb14546408q (data)
  • NKC: aun2010560335